Yazar: İstanbul Üniversitesi / Doç. Dr. Gizem PARLAYANDEMİR
Kendi sesimiz, karşımızdakini duymaktan, kendi aksimiz karşımızdakini görmekten bizi alıkoyuyor bazen. Kendimizi, karşımızdaki ötekinin ötekiliği üstünden inşa ettiğimiz bir gerçeklikte, kendimiz ve öteki olduğunu sandığımızın faydasının ve ihtiyacının ortak olduğunu göremeyebiliyoruz. Karşımızdakinin ne anlattığını dinlemediğimiz için, ne onun ihtiyacını anlıyor, ne de kendi ihtiyacımızı ona anlatabiliyoruz.
Oysa ateşin başında birbirimizden hikayeler dinlediğimiz tarih öncesi günlerden beri, insan anlatıyor… Birbirine, kendine, henüz görmediği, belki görmeyeceği, bilmediği diğerlerine… İnsan anlatarak arınıyor, sağılıyor; dinleyerek, izleyerek öğreniyor, geliştiriyor ve dönüştürüyor.
Aslında insanlık tarihine baktığımızda iki temel şey görüyoruz; aynı anda her şey değişirken bir yandan da her şey aynı kalıyor. Çok tezat gibi gözüken bu ikilik, tarihe nasıl bakacağımız, geleceği nasıl öngörebileceğimiz hakkında bize fikir veriyor. Örneğin sinema, modern zaman icadı olarak yeni, ama görüntü ile anlatmanın tarihi mağaralara çizilen resimlere, ateşin başındaki gölge oyunlarına kadar gidiyor. İnsanların birbirine anlattıkları destanlar eski, büyük bütçeli filmler ise görece yeni. Bu formlar bir yanıyla birbirinden çok farklı iken fikirler bir yanıyla birbirini tekrarlıyor. Çünkü hepsi aslında özünde iletişim ihtimaliyle ilgili. Bir insanın kendi fikrini ya da duygusunu bir diğerine kendinde olduğu gibi ya da karşı tarafta olmasını istediği gibi aktarma ihtimaliyle.
Öte yandan eski bir hikayeden de bildiğimiz gibi, karanlık bir odada bir fil varsa, fili herkes kendi dokunduğu yer üstünden tarif ediyor. Dolayısıyla insanlar kendi konumlarının dışında filin farklı yüzeylerini deneyimlemedikleri sürece, yani bizim digerkamlık olarak bildiğimiz ve empati olarak yeniden öğrendiğimiz, kendini bir diğerinin yerine koyma yetisini geliştirmedikçe, odada dolanıp diğerinin yanından file dokunmadıkça, iletişim teknolojilerindeki onca gelişmeye rağmen insanlık tarihinde gerçek ve kusursuz bir evrensel iletişim sürecinden bahsetmek henüz zor. Bazen insan filin tuttuğu yeri üstünden fili tanımlamakla kalmıyor, karşındakine de kendi dışında bir fil tanımı olduğu için karşı çıkıyor, kızıyor. Bu nedenle ki geçmişe baktığımızda modernizm sürecinin de Aydınlanma dönemi filozoflarının öngörülerinin de kendi potansiyeli ile gerçekleşmediğini ya da yeni medya ile ilgili erken döneminde vaat edilen iyimser bakış açılarının pek çoğunun yerini karamsar fikirlere bıraktığını görüyoruz.
Bununla birlikte yeni medya da tamamen ‘yeni’ bir medya değil, konuştuğumuz çoğunlukla eski medyaların yeni olanaklar kazanmaları; değişim daha çok, kazandığı kültürel özellikleri, hızı ve potansiyelinden kaynaklanıyor. Bu kültürel özellikler, ki aslında en temel kültürel özellik katılımcılık iddiası, hız ve potansiyel de bir yandan dünya tarihinin dönüşümünün yönünü bir yandan da dönüşümün hızını tetikliyor. Katılımcılık, izleyiciliğin hem öncesinde hem sonrasında var aslında. Yani ateş başında hikaye dinleyen insan hikayaye katılıyor, yeni medya ile kullanıcıya dönüşen izleyici de.
Hayattaki her şey gibi yeni medyanın da olumlu ve olumsuz özellikleri bulunuyor; büyük ekonomik ve sosyal ekosistemleri dönüştürecek yeni medya bireye de doğru bir motivasyonla kendini geliştirme ve gerçekleştirme olanakları sunuyor. Örneğin yeni medya sayesinde erişim ve cihaz maliyeti dışında maliyete katlanmadan yabancı dil öğrenmek, genel kültürünü ve mesleki bilgi düzeyini hatta hobilerini geliştirmek mümkün. Fakat tezat o ki bu olanakları sunan yeni medya bir yandan da kendini tekrarlamaya müsait yapısı, sosyal psikoloji üstündeki etkisi ile bireyi bunları kullanamaz bir hale dönüştürüyor. Okunacak sayısız kaynağın olduğu yeni medya çağında insanın okuma oranı düşüyor, okuma alışkanlığı azaldıkça okuduğunu anlamıyor; dinleyemiyor, ilgisi dağılıyor; üretemiyor, vaktini kendini geliştirme fırsatı yerine çoğunlukla onaylatma, tekrarlama ya da bazı akımları yeniden üretmeye harcıyor. Sözlüklere erişebilecek, bir çok sözcük öğrenebilecekken ‘aynen’lerini çoğaltıyor. Enerjisini yapay zekanın yaygınlaşması sonrası gerekecek yeni istihdam politikaları ve olası iklim krizi sonrası ortaya çıkabilecek su ve gıda sorunlarını çözmek için düşünce üretmek yerine; şimdilik, tanıdığı ya da tanımadığı insanların hayatlarına fazlaca odaklanarak, onların hayatlarına dair söylem üreterek harcıyor.
Oysa odada bir fil var, bu fil aslında bizim insanlık olarak ortaklaşan ihtiyaçlarımız, geleceğin çözülmesi gereken problemleri ve yeni medyanın yakalanması gereken fırsatları… Yeni medyanın yankı odalarında duyduğumuz sesler bazen sesimizi boğsa ve bastırsa da ateş başında birbirimize hikayeler anlattığımız günlerdeki gibi bugün de birbirimize diyalogla fili anlatmamız lazım; bunun için de anlatabileceğimize ve anlayabileceğimize dair umudumuzu korumamız lazım. Şarkıda dediği gibi ‘bize biraz umut lazım, diyalog lazım…’
Kaynak: İstanbul Üniversitesi iletim Fakültesi Gazetesi